Uyandığında tanrıların yıldızları
gökyüzünden çekiliyorlardı. Onlara bakarken bir daha ne zaman açık havada uyusa
bu günleri hatırlayacağını anladı. Ne zaman yıldızlara baksa Kiejain ona
soğuğu, acıyı, tekmeleri, yaedlerin gırtlaktan gelen seslerini, açlığı,
korkuyu, rüzgârı, umutsuzluğu ve ölümü; Rovas’ın asılırken attığı çığlıkları
hatırlatmak için orada olacaktı.
“Vortix?” dedi bir ses yanıbaşından. Vortix
irkilerek Guinihad isimli genç şövalyenin yüzüne baktı. Bedeni artık esir
olmadıklarına, kurtulduklarına ne zaman inanacaktı merak etti. “Uyandığında
Albay Morganet ve Yüzbaşı Luudman’ın yanına gitmeni söylediler. Ayağa kalkabilir
misin?”
Vortix genç şövalyeden destek alarak ayağa
kalktı. Tüm vücudu acı içinde çığlık atıyor, midesi açlıkla gurulduyordu. Sekiz
günlük yorgunluğun, acının, korkunun ve açlığın etkisi şimdi ortaya çıkıyordu.
Genç şövalyenin desteği olmasa ayakta bile zor dururdu.
Şövalyelerin yola çıkmak için hazırlık
yaptığı kamp alanını geçtiler. Kırk kadar şövalye vardı. Yaedlerin cesetleri
eşyalarıyla birlikte ateşe verilmek üzere kamp alanının kenarına yığılmışlardı.
Luudman ve Albay Morganet karşılıklı yerleştirilmiş iki ağaç gövdesinin
üzerinde oturuyorlardı. Ortalarında bir ateş yanıyordu. Vortix Luudman’ın
yanına otururken Morganet Guinihad’dan yiyecek bir şeyler getirmesini istedi.
Birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra
Morganet, “Kılıcın için bir cüce demirci ustası bulman gerekecek, öyle değil
mi?” diye sordu. Ejderpulu, ancak cüce demircilerinin işleyebileceği bir
metaldi. Mesleğinde ne kadar ileri olursa olsun ne bir insan, ne de başka bir
ırktan bir zanaatçi ejderpulunu işleyemezdi. Vortix kısaca başıyla onayladı.
“Kuzeyevi at sırtında bir buçuk günlük
mesafede,” dedi şövalyelerin lideri. “Adamlarımın bir kısmı yaralılar ve
cenazemizle birlikte geriden gelecekler. Biz önden gideceğiz; tabi at
sürebilecek durumdaysanız.”
“Peki…” Vortix yutkundu. Rovas’ı ne
yaptıklarını sormak istiyordu, fakat ismini anmak acı verici olacaktı. “Silah
arkadaşımız?”
Morganet Luudman’la bakışıp sözü ona
bıraktı. Luudman elini Vortix’in dizine yumuşak bir şekilde koyup konuşmaya
hazırlandı, fakat konuşamadı. Yüzü hiç olmadığı kadar yaşlı görünüyordu.
Yalnızca başını iki yana sallayabildi.
“Arkadaşınızı buraya gömmemiz en iyisiydi,” dedi
Albay Morganet onun yerine konuşarak.
Vortix yüzündeki acıyı göstermemeye
çalışarak başını eğdi. Rovas’ın bedeninin seyahat edemeyecek kadar kötü durumda
olduğunu söylemek istiyordu. Daha fazla acı çekmeyip bir an önce toprağa
girmesi daha iyiydi. Başını hafifçe sallayarak onayladı.
Guinihad, elinde dumanı tüten bir kâse
çorba ve ekmekle geldi. Vortix çorbanın ağzını yakmasını umursamadan kaşığı peş
peşe ağzına götürdü. Midesi yemeğe şaşkınlıkla guruldayarak karşılık verdi. En
son üç gün önce yemek görmüştü ve o da…
Ani bir mide bulantısıyla öğürerek yana
eğildi ve yediği birkaç kaşık çorbayı çıkardı. Guinihad yere düşürdüğü kaseyi
alıp yeniden dolduracağını söyleyerek uzaklaştı.
Vortix ağzını silip doğrulduğunda Luudman’ın
gülümsediğini gördü. Gücenmişlikle kaşlarını çatarken, Luudman bakışlarını
oturdukları kütüğün diğer tarafına, kendi yanında yere dökülmüş yemek
artıklarına çevirdi. “Önce biraz ekmek yemeyi dene,” dedi Luudman, Guinihad’ın
getirdiği yarım ekmeği işaret ederek. “Ve yavaş ye.”
Vortix dediğini yapıp ekmekten parça parça
kopararak ağzına attı. Pek taze olduğu söylenemezdi, ama içinde birkaç çeşit
tahıl olan gri renkli ekmek, yediği en güzel ekmekmiş gibi geldi. Üstelik çorba
gelene kadar midesini de yatıştırmış, onu daha fazla şaşırtmadan çorbayı
içebilmesine olanak sağlamıştı. Elbette iyice doymamıştı ama hiç değilse
kendini birkaç dakika öncekinden daha güçlü hissediyordu.
“Tapınağa ulaşır ulaşmaz Beyaz Rahibe’mizle
birlikte buraya geri dönebiliriz. Arkadaşınıza Altevren’e ulaşması için
rehberlik eder.”
“Bu çok iyi olur,” dedi Luudman başını
sallayarak.
“Yüzbaşı Luudman,” dedi Morganet. “Bizler,
Harapkale’nin fedakar savaşçıları sağolsun, yaedlerle fazla karşılaşmamış, onları
iyi tanımamış olabiliriz. Lakin dövüştüğüm yaedin bir kabile şefi olduğunu
idrak edebilecek vaziyetteyim. Şövalye Bordred’i öldüren şey ise büyüydü. Bir
şaman! Bu ne anlama geliyor?”
“Gözcülerimizden nasıl gizlenebilmişler
bilmiyoruz, fakat buraya bir şey aramak için inmiş olabileceklerini
düşünüyorum. Birkaç gün önce Şaman bir ayin yaptı ve bizi Sogwyn Rur’un
yakınlarına yönlendirdi.”
Albay Morganet kaşlarını çatarak sırtını
dikleştirdi. “Harp alanı?” dedi şaşkınlıkla. Luudman başıyla onayladı.
Buna Vortix de şaşırmıştı. Bu coğrafyayı
Luudman kadar bilmiyordu, o yüzden kazı yaptıkları bölgenin Sogwyn Rur olduğunu
kestirememişti. Orası 423 yılındaki yaed akınından sonra, Varostan’da yenilip
kaçan yaed ordusunun Haraplar ve diğer kuzey garnizonları tarafından
durdurulduğu ve katledildiği yerdi.
“Başından beri amaçlarının oraya ulaşmak
olduğunu tahmin ediyorum,” dedi Luudman.
“Peki
ama neden?”
“Bir şey kazıp çıkardılar. Bir çeşit totem
olduğunu tahmin ediyorum. Muhtemelen diğer kabilelere karşı güç elde etmelerini
sağlayacak bir antika. Eğer öyleyse dokuz kabile arasındaki güç dengesinde
büyük bir değişim olabilir.”
Vortix şaşkınlığını Morganet’e belli
etmemeye çalışarak Luudman’a baktı. Bu konu hakkında konuşmaya fırsat
bulamamışlardı fakat Vortix’in bulduğu kemik sıradan bir antika değildi. Bu
kadar istedikleri, şamanın sağ salim kuzeye ulaştırmak için hayatını feda
ettiği nesnenin büyülü bir şey olması daha yüksek bir olasılıktı. Acaba Luudman
bunu anlayamamış mıydı yoksa yalan mı söylemişti?
“Öyle ise bu Kuzey Toraniel’i nasıl
etkiler?” diye sordu Albay Morganet.
“Diğer kabileler üzerinde hakimiyet kurulması,
Arabrahel düzenini olduğu gibi değiştirebilir. En kötü ihtimalle, yeni bir
akınla bile sonuçlanabilir. O yüzden bu bilgiyi Komutan Vasra’ya ulaştırmamız
hayatı önem taşıyor. Çünkü bu grup durdurulmuş olsa dahi, korkarım şamanın son
yaptığı büyü, nesnenin yaed topraklarına ulaşmasını garantiledi.”
Morganet ciddiyetle başını salladı. “Böyle
bir bilgiyi elde edebilmemiz gerçekten tanrıların bir lütfu.”
Vortix esaretlerinin bir lütuf olduğunu
düşünmekte güçlük çekerek dişlerini sıktı. Luudman konuyu değiştirdi.
“Atlarımızı bulmuşlar.”
Vortix başını hızla kaldırıp Morganet’e
bakarken, “Toz?” diye sordu heyecanla.
“Atı,” diye açıkladı Luudman.
“Koyu kahverengi, bacakları siyah, iri bir
kısrak. Safkan Dalmar savaş atı.”
“Huysuz,” diye yardım etti Luudman.
Albay Morganet düşünceyle gözlerini kıstı. “Evet,
zannedersem o da bulduğumuz dört attan biriydi. Onu yakalayıp tapınağa
götürmemiz çok zor oldu.” Vortix’in içini derin bir rahatlama kapladı. Toz’un
etrafının kurtlarla sarıldığı rüyasını hatırladı. “Atların sahiplerinin en iyi
ihtimalle bineklerini kaybettiklerinden zor durumda olacaklarını düşünüp onları
aramaya çıktık. O vahşi at senin miydi?” Vortix başını sallarken Albay, yüzünde
garip bir ifadeyle ona baktı; saygı, takdir ve merak karışımı bir ifade.
“Birkaç gün önce ise yerinizi bulmamıza yardımcı olacak bir duman gördük.
Atlarınızı bulmamız, bu dumanı görmemiz… Bunlar tanrıların yardımları değil de
nedir?”
Luudman Albay Morganet’i başıyla
onaylayarak, “On iki defa şükürler olsun,” dedi. Vortix ise dişlerini ve
yumruklarını sıkıp bu soruya sessiz kalırken, Rovas’ın ölümünden yalnızca
birkaç saat sonra kurtarılmış olmalarının anlamını düşünmüştü. Bu, tanrıların çarpık,
vicdansız espri anlayışı değil de neydi?
Bir şövalye yanlarına yaklaşıp ilk grubun
yola çıkmaya hazır olduğunu söyleyene kadar başka bir şey konuşmadılar. Albay
Morganet geriden gelecek olan gruba talimatlarını vermek için yanlarından
ayrıldı. Harapları, yüklerini diğer atlara paylaştırdıkları iki yük atına
bindirip batıya doğru yola çıktılar. Başlarda onların at sırtında
durabileceklerinden endişe ederek temkinli bir hızla ilerliyorlardı. Hatta
düşmeleri ihtimaline karşın bacaklarını eyerlere bağlamayı bile teklif ettiler,
fakat iki adam bir kez daha bağlanmayı kesinlikle istemediler. Daha sonra
Vortix ve Luudman’ın at sırtında iyi idare ettikleri ortaya çıkınca hızlarını
artırdılar.
Sık sık mola vererek akşama kadar at
sürdüler. Öğleden sonra uzun gövdeli ağaçlardan oluşan bir ormana girmişlerdi
ve akşam olunca geceyi bu ağaçların altındaki bir açıklıkta geçirdiler.
Yemeklerini yedikten sonra Vortix Luudman ile baş başa konuşmak için fırsat
buldu.
“Luudman,” dedi. “Sen o kemiği yakından
görmedin ama ben gördüm. O…”
“Biliyorum,” diye sözünü kesti Luudman.
Dinleyen olup olmadığını görmek için etrafına göz attı. “Ne olduğunu tam olarak
bilemesem de onun basit bir totem, bir çeşit antika olmadığını biliyorum.”
“O halde neden?”
“Böyle bir bilgiyi mümkün olduğunca az
kişinin bilmesi gerektiğini düşündüm. Bak, söz konusu büyülü nesneler olunca
insanların nasıl davranacağına güvenemezsin. Onu ele geçirip kendileri
kullanmaya kalkışabilir ve bunu yapmak için de çılgınca şeyler deneyebilirler. Güneye
bir akın olabileceğini bilmeleri yeterli.”
Vortix ellerini beline koyup yere bakarak
düşündü. Büyülü nesneler hakkında o da yüzbaşının endişelerini taşıyordu.
Özellikle bunun güçlü bir nesne olduğu anlaşılırsa, hırslı büyücülerin, güç
düşkünü lordların ya da koleksiyoncuların nelere kalkışacağı kestirilemezdi.
“Peki bu konuda ne yapacağız? Her ne ise yaedler onun için gelmişlerdi ve şimdi
onu ele geçirdiler. Neyle karşı karşıya olduğunu bilmemiz gerek.”
Luudman başıyla onayladı. “Bunu Vasra’ya
bir an önce söylememiz lazım. Eski kaynaklara bakar, bir şeyler bulmaya
çalışırız. Belki Rom ya da Laughlin bir şey biliyorlardır.” İç çekerek
parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. “Vortix, Harapkale’nin yeni bir
akınla karşı karşıya kalacağından korkuyorum.”
Bu ihtimal her ne kadar korkunç olsa da, bu
bilgiyi elde etmiş olmaları gerçekten büyük bir şanstı. Harapkale ve Kuzey
Toraniel hiç değilse bu akına hazırlıksız yakalanmayacaktı. Yorgun ve yaralı
bedenlerini zorlayarak ertesi gün de batıya doğru at sürmeye devam ettiler. Sık
sık dinlenip yeterince beslendikleri için dayanabiliyorlardı, fakat yine de
bedenleri dayakların ve bakımsızlığın izlerini taşıyordu. Sonunda ertesi
akşamüzeri etrafı tarlalarla ve çayırlarla kaplı, Bakırkürk isimli köye
vardıklarında, yolculuklarının da sonuna ulaştılar.
Köyün kuzeyinde, sırtı sarp kayalıklarla
kaplı, dik bir tepe vardı. Takip ettikleri yol köyün içinden geçip tepeye doğru
gidiyordu. Oldukça bakımlı ve bir at arabasının rahatça geçebileceği
genişlikteki toprak yol, tepenin yamacına ulaştığında ise sağa dönüp etrafından
dolaşıyordu. Tepenin arkasında nefes kesici bir uçurum manzarasıyla
karşılaştılar. Aşağılarında güçlü bir nehir, kayalıklı bir orman ve kuzey
ufkunda Harapdiyar’ın başlangıcı görünüyordu. Kuzeyevi Tapınağı, uçuruma bakan
tarafta, tepenin içine bir mağara gibi oyulmuştu. Manzaranın güzelliği,
Vortix’in tüylerini diken diken etti.
“Anlatılanlara göre Yüce Alunwea’nın
ejderhası Merhametli Maraflera, kızıl kanatları gökyüzüne hükmetsin, tepenin
yüzeyini ısırarak oymuş,” diye anlattı Morganet, saygılı bir sesle. “Alunwea
Rahibelerinin buraya yerleşebilmesi için.” Luudman ilgiyle başını sallarken
Vortix yorum yapmadı.
Tapınağın sırtı, tepenin içlerinde kalmış
olduğundan surlar yalnızca ön yüzünü çevreliyor, tepenin yüzeyini oluşturan
kayalarla birleşerek sona eriyordu. Yaklaştıklarında surların tam ortasındaki
kapılar onlar için açılmıştı bile. Avluya girdiklerinde, onları kapıdan girenin
tam karşısında duracak şekilde yerleştirilmiş bir tanrıça Alunwea heykeli
karşıladı. Kırmızı renkli, kanatlarını iki yana açmış ejderhası Maraflera’nın
sırtına binmiş, orta yaşlı, güzel bir kadın görünümündeydi. Sembolü kızılımsı
kahve bir kurt olan tanrıça, tanrıların lideri Kiejain’in karısı, ailelerin ve
çocukların koruyucusuydu. Albay Morganet ve adamları, heykelin önünde
atlarından inip dizlerinin üzerine çökerek kısa bir dua okudular. Haraplar da
atlarından indiler ve Luudman, şövalyeleri taklit edip tanrıçaya şükranlarını
sunarken, Vortix kimseyle göz teması kurmadan atının yanında bekledi.
Vortix’in dua etmediğini fark eden Albay
Morganet bunu yadırgasa da yorum yapmadı. “Misafirevine geçelim. Şifacılar
gelene kadar siz Komutan Vasra’ya mektup yazabilirsiniz.”
“Ben önce atımı görmek istiyorum,” dedi
Vortix. Mektubu Luudman yazabilirdi. Şu an için Vortix’e ihtiyacı yoktu.
Albayın yüzünden tereddüt geçti. “Önce
biraz dinlenseniz daha iyi olmaz mı? Çok yorgun görünüyorsunuz.”
Vortix gerçekten yorgundu. Vücudundaki
yaralar ve çürükler her hareketinde sızlıyordu ve ayakta dururken atın
eyerinden destek alması gerekiyordu. “Atımı görmeden rahatlayamam,” dedi yine
de.
Albay omuzlarını silkip Guinihad’ı yanına
çağırdı. “Onu ahırlara götür, daha sonra da misafirevinin yolunu göster. İşin
bittikten sonra sen de dinlenebilirsin.”
Luudman diğerleriyle birlikte misafirevine
giderken, genç şövalye, Vortix’i ahırların olduğu bölgeye götürdü. Tapınağın
surlara yakın olan dış kısmı, yani bulundukları alan, şövalyelerin yaşadığı
bölgeydi. Tepenin içlerinde kalan, ince bir duvarla ayrılmış iç kısım ise Baş
Rahibe’nin ve diğer Alunwea rahibelerinin yaşadığı yerdi. Avluyla iç kısım
arasında, dışarıdan gelen insanların, çoğunlukla köylülerin kullanabileceği
küçük bir ibadethane vardı. Köylüler haftanın bir günü ve yılın belirli
zamanları tapınağa gelerek bu bölümde yapılan ayinlere katılır, bazı günler Baş
Rahibe’yle bile görüşebilirlerdi. Guinihad bunları ona yolda anlatıp, yüksek
rütbeli şövalyeler dışında kimsenin iç bölgeye girmeye izninin olmadığını; Baş
Rahibe, Yüksek Rahibeler ve özel yetkiye sahip bir rahibeden başka kimsenin de
izin almadan dışarı çıkamadığını söyledi. Özel yetkiye sahip rahibeden söz
ederken sesi saygıyla titremişti, ama Vortix bunu umursamadı. Kim iç kesime
girermiş kim çıkarmış umurunda bile değildi.
Yeni gelen şövalyelerin atlarının
götürüldüğü ahır binalarını geçip, etrafı çitle çevrili geniş bir ağıla
çıktılar. Guinihad’ın, “İşte orada,” diyerek işaret etmesine gerek kalmamıştı.
Toz ağılın ortasındaydı. Kirli ve bakımsız
görünüyordu. Vortix gözlerine inanamayarak durdu. Bir an için gördüğünün kendi
atı olduğuna inanamadı.
“Şey, işte özel yetkili bir rahibe olduğunu
söylemiştim, iç kesimden çıkmaya izni olan.” Guinihad utanıp sıkılarak ağıla
daha fazla yaklaşmaya çekinmişti.
Toz’un yanında, upuzun bembeyaz saçları
beline kadar inen, sade ve beyaz elbiseli genç bir kız duruyordu. Bir eliyle
ata elma yedirirken, ötekiyle boynunu okşuyordu. Toz kızın yanında oldukça
sakin ve uysal görünüyordu. Vortix’in silah arkadaşlarını bile yanına
yaklaştırmayan o asabi hayvanı, tanımadığı bir kızın yanında böyle sakince elma
yerken görmek şaşılacak bir manzaraydı.
Yaklaştıklarını duyunca Toz irkilerek
kulaklarını dikip yeni gelenlere baktı. Ağzındaki elmayı yere düşürmesi komik
bir görüntü oluşturmuştu. Kişneyerek sıçrayıp dörtnala Vortix’e koştu. Vortix
ağılın çitlerinin kenarına gelip onu karşıladı. At yumuşak dudaklarıyla yüzüne
ve saçlarına dokunurken, Vortix kollarını onun boynuna sardı. Toz hem
kırgınlıkla ısırmaya çalışıyor, hem de sevmesi için yüzünü uzatıyordu. Vortix
hayvanın alnını öperken huzur, rahatlık ve mutluluktan başı dönmüştü.
“İsmi nedir?” diye sordu yanlarına gelmiş
olan beyaz saçlı kız.
Vortix kıza bakınca anlamsız bir tanıdıklık
hissetti. Onu daha önce görmüş gibiydi. Saçları geceleri ışık saçacak kadar
beyaz, gözleri canlı ve koyu bir maviydi. On altı ya da on yedi yaşlarından
fazla görünmüyordu. Kızın sade ve güven verici yüzündeki kaşları endişeyle
çatıldı. Yorgun Harap, günlerdir bedeninde taşıdığı korku, sonunda yerini büyük
bir boşluğa terk ederken bitkince öne devrildi.
BİRİNCİ KISIM SONU
Yorumlar
Yorum Gönder