Evet, başlıktan da anlaşılacağı
üzere, Fethiye’ye taşınmış bir İstanbullu’yum.
Genelde bloğumda bu tarz yazılar
yazmazken, böyle bir yazı dizisi başlatmaya karar verdim. Bunun iki sebebi var.
Birincisi, benim gibi Fethiye’ye ya da şehirden uzak, küçük ve doğayla iç içe
bir yerleşim yerine taşınmayı planlayan bir büyük şehirliye belki yardımım
dokunur diye düşünmem. İkincisi ise, bu kararımı bir nevi fantastik kurguya
kaçış olarak görmem ve bunu yazmak istemem.
Fethiye maceramız bundan 5-6 yıl
kadar önce, günün birinde Fethiye’ye tatile gelmemizle başladı. Uzun lafın
kısası burayı çok beğendik ve “Hadi buraya taşınalım,” sözü ağzımızdan çıktı.
Daha önce şehir dışına taşınmamışız, İstanbul’dan başka yer bilmeyiz, ama İstanbul
içinde de çok taşınmışız. Artık bir evde üç yıldan fazla kaldık mı sıkılmaya
başlıyoruz, taşınmamız geliyor.
Göçebelik kanımıza işlemiş. Bu sefer ki durağımız da Fethiye oldu.
İşlerimizi ayarlamamız bir
yılımızı aldı, ama bütün eşyalarımızı koyduk bir kamyona, hiçbir akrabanın
arkadaşın “Aklınızı kaçırmışsınız siz,” teşhislerine aldırmadan geldik. O geçen
tatile gelişimizde dilimize yapışan ve kararımızı etkileyen bir cümle vardı:
“Sıfır ter!” Hava sıcak ama o kadar güzel ve o kadar temiz ki, güneşin altında
yürüyoruz yürüyoruz, yok terlemiyoruz! İstanbul’un yapış yapışlığından sonra
bayılmıştık. İlk hüsranımızı işte otobüsten iner inmez, tişörtlerimizin
vücutlarımızla bir olması ile yaşadık. Meğer Fethiye’nin öyle nemsiz, rahatsız
etmeyen, kuru sıcağıyla geçen bir on beş günü varmış sadece, bizim geçen seneki
tatilimiz de o süreye denk gelmiş.
Şaka gibi bir fiyatla havuzlu
falan bir ev tutulabilecek bir yer Fethiye. Lakin, yan taraftaki sitede oturan
ev sahibinin torunları bütün gün sizin evinizin önündeki havuza bombalama
dalışları yapabilir, ev sahibi akşamları don atletle yine sizin havuzun
kenarında oturup rakı içebilir, ve içip içip köpeğiniz için “Ben bu köpeği
burada istemiyorum, çekerim tüfeği vururum, kurşunuma yazık olur,” gibi sözler
söyleyebilir. Siz de dördüncü gün, daha kolilerin hepsini bile açmadan yeniden
toparlanıp yeniden taşınırsınız. Bu da ikinci hüsran.
Biz göçebeler, üç yıl boyunca
Fethiye içinde de birkaç ev değiştiririz. Son durağımız Kayaköy olur. Eğer
Fethiye’ye yolunuz düşerse ilk gideceğiniz yer olsun Kayaköy. Ölüdeniz’e
gitmeyin Kayaköy’e gidin. Hatta orada, hayatımda yediğim en lezzetli etleri
pişiren Kayapark restoranın yüksek köşklerinden birinde, harabeler manzarası
eşliğinde yemek yiyin. Bir tepenin üzerine hindistan cevizi gibi
serpiştirilmiş, eski taştan harabeler. Koca bir hayalet şehir, bir medeniyet.
Tepenin eteğine, kaya şehrin bittiği yere de günümüzde hâlâ yaşanılan Kayaköy
kurulmuş. Gündüzleri bisikletle bakkala giderken komşuların ineklerini,
atlarını seyredebileceğiniz; geceleri ise neon ışıklı tabelalarıyla canlı
müzikli barlarıyla tuhaf, turistik bir yer. Tabi sadece yazları… Kış gelip de
kışın dağlardan köye inen kurtlarla, yaban domuzlarıyla baş başa kalınca
anladık biz taşındığımız bu yerin gerçekten bir köy olduğunu. Neredeydi o canlı
müzik? Neredeydi neon ışıkları? Sadece harabelerdeki hayaletler ve biz
kalmıştık koca köyde. Durum böyle olunca ve İstanbul’dan arkadaşlar, akrabalar,
“Gelin, gelin, sizi çok özledik,” diye çok ısrar edince pılımızı pırtımızı toplayıp
İstanbul’a geri döndük.
Fakat o doğayı bir kez tattıktan
sonra İstanbul’a bir daha uyum sağlayamadık. Yaşadığımız her dakikadan mutsuz
olduk. Adım başı rezidanslar, AVM’ler, tokiler… Şehir kalabalık, insanlar
medeniyetsiz, herkes kavga edecek sebep arıyor. Stres, gürültü… Yürürken
sürekli yere bakmanız gerekiyor çünkü her an üzeri köpüklenmiş iğrenç bir
tükürüğe basabilirsiniz. Hayır, bir yerde kabul etmek gerek, bu şehrin bir
kapasitesi var ve o kapasiteyi aşalı çok olmuş!
İstanbul’da yaşamak uğruna bu medeniyetsizliğe, bu muameleye katlanmak
çok saçma. Artık zorlamamak gerek. Daha huzurlu, daha stressiz şartlar altında
yaşanabilecek bir yere kaçmak gerek.
Ben tercihimi gökyüzünün
betonlarla kapanmadığı Fethiye’den yana yaptım.
Ve her dakika bu kararımın ne
kadar isabetli olduğunu görüyorum. Kendimi bildim bileli fantastik kurgu
okurum. Şimdi anladım meğer fantastik kurguya kaçış aslında bir doğaya kaçış
çabasıymış. Burada, şehir merkezinde yürürken bile başımı kaldırıp gerçek
dağları görebiliyorum.
Tepelerini kar kaplamış, bulutlar sarmış… O bulutların
nasıl yağmur taşıdıklarını apaçık izleyebiliyorum.
Yemyeşil tepeleri, dağın yüzeyine oyulmuş kaya mezarları, uzun gövdeli ağaçların, ormanın içinden geçen patikaları… kısacası kitaplarda betimlemelerini okuduğum, televizyonlarda bir dikdörtgenin içinde izlediğim birçok sahneyi bizzat tecrübe etme imkanı buldum. Fantastik kurgunun gerçekliğini hissettim.
Yemyeşil tepeleri, dağın yüzeyine oyulmuş kaya mezarları, uzun gövdeli ağaçların, ormanın içinden geçen patikaları… kısacası kitaplarda betimlemelerini okuduğum, televizyonlarda bir dikdörtgenin içinde izlediğim birçok sahneyi bizzat tecrübe etme imkanı buldum. Fantastik kurgunun gerçekliğini hissettim.
Bize şehirlerde hep doğayı
satmaya çalışırlar. Deniz, göl, vs manzaralı evler o yüzden hep en
pahalılarıdır. Sokaklara ağaçlar dikerler, falanca semt doğayla iç içe diye.
Her geçen dakika ağaç kesimi devam ederken sahte bir doğacık yaratmaya
çalışırlar. Böyle yaparlar çünkü insan doğayı arzulayan bir varlıktır. Bir
manzaraya bakarken nefesimizin kesilmesi işte o doğaya ait benliğimizin yüzeye
çıkma çabasıdır.
Fazla derinleştik sanırım, şimdi
toparlıyorum. Biraz kişisel gelişim yazısı gibi gelebilir ama, bu sözlerime iyi
kulak verin. Bunu yapmanız çok zor değil! Aslında benim bunu şu şekilde bu
şekilde yapabilirsiniz diye anlatmama hiç gerek yok. Hepimiz biliyoruz ki eğer
bir şeyi gerçekten ama gerçekten istiyorsak, önümüze çıkabilecek engelleri nasıl
aşabileceğimizi de bulabiliriz. Kafanızın içinde “Ama benim işim burda,
çocuklarımın okulu burda, tanıdığım herkes burda, cart öyle, curt böyle, çok isterdim ama ben yapamam
işte,” şeklinde konuşan bir ses duyuyor olabilirsiniz. Ama emin olun, buna
karar verdiğiniz an önünüze çıkabilecek her türlü bahaneye çözüm
üretebileceksiniz. Sadece çok değil, bir tık cesur olmak gerekiyor.
Bana masallardan, kitaplardan fırlamış gibi görünen birkaç resimle bitiriyorum.
Bana masallardan, kitaplardan fırlamış gibi görünen birkaç resimle bitiriyorum.
Bir masal sahnesi gibi değil mi?
Evet, bu tür bir manzarayı İstanbul'da falan da görmek mümkün, ama bu manzaranın keyfini sürmeye giderken kalabalık ve trafik içinde mücadele vermeniz gerekirken Fethiye'de bunu her gün çarşıya her inişinizde görebilmek mümkün.
Duvara tırmanmış bir sarmaşık, yeni bir öykü için ilham verecek türde...
Pek de gizli olmayan gizli koya gidiş
Merkez'de, Hello Cafe'nin ordaki balıklar...
Kayaköy
Biz han görünümlü bir kafede oturup kolalarımızı yudumlarken atlarımız aşağıda bizi bekler :)
Yorumlar
Yorum Gönder