Asil Harap - 10 - Kuzeyevi Tapınağı


    Uyandığında tanrıların yıldızları gökyüzünden çekiliyorlardı. Onlara bakarken bir daha ne zaman açık havada uyusa bu günleri hatırlayacağını anladı. Ne zaman yıldızlara baksa Kiejain ona soğuğu, acıyı, tekmeleri, yaedlerin gırtlaktan gelen seslerini, açlığı, korkuyu, rüzgârı, umutsuzluğu ve ölümü; Rovas’ın asılırken attığı çığlıkları hatırlatmak için orada olacaktı.
    “Vortix?” dedi bir ses yanıbaşından. Vortix irkilerek Guinihad isimli genç şövalyenin yüzüne baktı. Bedeni artık esir olmadıklarına, kurtulduklarına ne zaman inanacaktı merak etti. “Uyandığında Albay Morganet ve Yüzbaşı Luudman’ın yanına gitmeni söylediler. Ayağa kalkabilir misin?”
    Vortix genç şövalyeden destek alarak ayağa kalktı. Tüm vücudu acı içinde çığlık atıyor, midesi açlıkla gurulduyordu. Sekiz günlük yorgunluğun, acının, korkunun ve açlığın etkisi şimdi ortaya çıkıyordu. Genç şövalyenin desteği olmasa ayakta bile zor dururdu.
    Şövalyelerin yola çıkmak için hazırlık yaptığı kamp alanını geçtiler. Kırk kadar şövalye vardı. Yaedlerin cesetleri eşyalarıyla birlikte ateşe verilmek üzere kamp alanının kenarına yığılmışlardı. Luudman ve Albay Morganet karşılıklı yerleştirilmiş iki ağaç gövdesinin üzerinde oturuyorlardı. Ortalarında bir ateş yanıyordu. Vortix Luudman’ın yanına otururken Morganet Guinihad’dan yiyecek bir şeyler getirmesini istedi.

    Birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra Morganet, “Kılıcın için bir cüce demirci ustası bulman gerekecek, öyle değil mi?” diye sordu. Ejderpulu, ancak cüce demircilerinin işleyebileceği bir metaldi. Mesleğinde ne kadar ileri olursa olsun ne bir insan, ne de başka bir ırktan bir zanaatçi ejderpulunu işleyemezdi. Vortix kısaca başıyla onayladı.
    “Kuzeyevi at sırtında bir buçuk günlük mesafede,” dedi şövalyelerin lideri. “Adamlarımın bir kısmı yaralılar ve cenazemizle birlikte geriden gelecekler. Biz önden gideceğiz; tabi at sürebilecek durumdaysanız.”
    “Peki…” Vortix yutkundu. Rovas’ı ne yaptıklarını sormak istiyordu, fakat ismini anmak acı verici olacaktı. “Silah arkadaşımız?”
    Morganet Luudman’la bakışıp sözü ona bıraktı. Luudman elini Vortix’in dizine yumuşak bir şekilde koyup konuşmaya hazırlandı, fakat konuşamadı. Yüzü hiç olmadığı kadar yaşlı görünüyordu. Yalnızca başını iki yana sallayabildi.
    “Arkadaşınızı buraya gömmemiz en iyisiydi,” dedi Albay Morganet onun yerine konuşarak.
    Vortix yüzündeki acıyı göstermemeye çalışarak başını eğdi. Rovas’ın bedeninin seyahat edemeyecek kadar kötü durumda olduğunu söylemek istiyordu. Daha fazla acı çekmeyip bir an önce toprağa girmesi daha iyiydi. Başını hafifçe sallayarak onayladı.
    Guinihad, elinde dumanı tüten bir kâse çorba ve ekmekle geldi. Vortix çorbanın ağzını yakmasını umursamadan kaşığı peş peşe ağzına götürdü. Midesi yemeğe şaşkınlıkla guruldayarak karşılık verdi. En son üç gün önce yemek görmüştü ve o da…
    Ani bir mide bulantısıyla öğürerek yana eğildi ve yediği birkaç kaşık çorbayı çıkardı. Guinihad yere düşürdüğü kaseyi alıp yeniden dolduracağını söyleyerek uzaklaştı.
    Vortix ağzını silip doğrulduğunda Luudman’ın gülümsediğini gördü. Gücenmişlikle kaşlarını çatarken, Luudman bakışlarını oturdukları kütüğün diğer tarafına, kendi yanında yere dökülmüş yemek artıklarına çevirdi. “Önce biraz ekmek yemeyi dene,” dedi Luudman, Guinihad’ın getirdiği yarım ekmeği işaret ederek. “Ve yavaş ye.”
    Vortix dediğini yapıp ekmekten parça parça kopararak ağzına attı. Pek taze olduğu söylenemezdi, ama içinde birkaç çeşit tahıl olan gri renkli ekmek, yediği en güzel ekmekmiş gibi geldi. Üstelik çorba gelene kadar midesini de yatıştırmış, onu daha fazla şaşırtmadan çorbayı içebilmesine olanak sağlamıştı. Elbette iyice doymamıştı ama hiç değilse kendini birkaç dakika öncekinden daha güçlü hissediyordu.
    “Tapınağa ulaşır ulaşmaz Beyaz Rahibe’mizle birlikte buraya geri dönebiliriz. Arkadaşınıza Altevren’e ulaşması için rehberlik eder.”
    “Bu çok iyi olur,” dedi Luudman başını sallayarak.
    “Yüzbaşı Luudman,” dedi Morganet. “Bizler, Harapkale’nin fedakar savaşçıları sağolsun, yaedlerle fazla karşılaşmamış, onları iyi tanımamış olabiliriz. Lakin dövüştüğüm yaedin bir kabile şefi olduğunu idrak edebilecek vaziyetteyim. Şövalye Bordred’i öldüren şey ise büyüydü. Bir şaman! Bu ne anlama geliyor?”
    “Gözcülerimizden nasıl gizlenebilmişler bilmiyoruz, fakat buraya bir şey aramak için inmiş olabileceklerini düşünüyorum. Birkaç gün önce Şaman bir ayin yaptı ve bizi Sogwyn Rur’un yakınlarına yönlendirdi.”
    Albay Morganet kaşlarını çatarak sırtını dikleştirdi. “Harp alanı?” dedi şaşkınlıkla. Luudman başıyla onayladı.
    Buna Vortix de şaşırmıştı. Bu coğrafyayı Luudman kadar bilmiyordu, o yüzden kazı yaptıkları bölgenin Sogwyn Rur olduğunu kestirememişti. Orası 423 yılındaki yaed akınından sonra, Varostan’da yenilip kaçan yaed ordusunun Haraplar ve diğer kuzey garnizonları tarafından durdurulduğu ve katledildiği yerdi.
    “Başından beri amaçlarının oraya ulaşmak olduğunu tahmin ediyorum,” dedi Luudman.
    “Peki ama neden?”
   “Bir şey kazıp çıkardılar. Bir çeşit totem olduğunu tahmin ediyorum. Muhtemelen diğer kabilelere karşı güç elde etmelerini sağlayacak bir antika. Eğer öyleyse dokuz kabile arasındaki güç dengesinde büyük bir değişim olabilir.”
    Vortix şaşkınlığını Morganet’e belli etmemeye çalışarak Luudman’a baktı. Bu konu hakkında konuşmaya fırsat bulamamışlardı fakat Vortix’in bulduğu kemik sıradan bir antika değildi. Bu kadar istedikleri, şamanın sağ salim kuzeye ulaştırmak için hayatını feda ettiği nesnenin büyülü bir şey olması daha yüksek bir olasılıktı. Acaba Luudman bunu anlayamamış mıydı yoksa yalan mı söylemişti?
    “Öyle ise bu Kuzey Toraniel’i nasıl etkiler?” diye sordu Albay Morganet.
    “Diğer kabileler üzerinde hakimiyet kurulması, Arabrahel düzenini olduğu gibi değiştirebilir. En kötü ihtimalle, yeni bir akınla bile sonuçlanabilir. O yüzden bu bilgiyi Komutan Vasra’ya ulaştırmamız hayatı önem taşıyor. Çünkü bu grup durdurulmuş olsa dahi, korkarım şamanın son yaptığı büyü, nesnenin yaed topraklarına ulaşmasını garantiledi.”
    Morganet ciddiyetle başını salladı. “Böyle bir bilgiyi elde edebilmemiz gerçekten tanrıların bir lütfu.”
    Vortix esaretlerinin bir lütuf olduğunu düşünmekte güçlük çekerek dişlerini sıktı. Luudman konuyu değiştirdi. “Atlarımızı bulmuşlar.”
    Vortix başını hızla kaldırıp Morganet’e bakarken, “Toz?” diye sordu heyecanla.
    “Atı,” diye açıkladı Luudman.
    “Koyu kahverengi, bacakları siyah, iri bir kısrak. Safkan Dalmar savaş atı.”
    “Huysuz,” diye yardım etti Luudman.
    Albay Morganet düşünceyle gözlerini kıstı. “Evet, zannedersem o da bulduğumuz dört attan biriydi. Onu yakalayıp tapınağa götürmemiz çok zor oldu.” Vortix’in içini derin bir rahatlama kapladı. Toz’un etrafının kurtlarla sarıldığı rüyasını hatırladı. “Atların sahiplerinin en iyi ihtimalle bineklerini kaybettiklerinden zor durumda olacaklarını düşünüp onları aramaya çıktık. O vahşi at senin miydi?” Vortix başını sallarken Albay, yüzünde garip bir ifadeyle ona baktı; saygı, takdir ve merak karışımı bir ifade. “Birkaç gün önce ise yerinizi bulmamıza yardımcı olacak bir duman gördük. Atlarınızı bulmamız, bu dumanı görmemiz… Bunlar tanrıların yardımları değil de nedir?”
    Luudman Albay Morganet’i başıyla onaylayarak, “On iki defa şükürler olsun,” dedi. Vortix ise dişlerini ve yumruklarını sıkıp bu soruya sessiz kalırken, Rovas’ın ölümünden yalnızca birkaç saat sonra kurtarılmış olmalarının anlamını düşünmüştü. Bu, tanrıların çarpık, vicdansız espri anlayışı değil de neydi?
    Bir şövalye yanlarına yaklaşıp ilk grubun yola çıkmaya hazır olduğunu söyleyene kadar başka bir şey konuşmadılar. Albay Morganet geriden gelecek olan gruba talimatlarını vermek için yanlarından ayrıldı. Harapları, yüklerini diğer atlara paylaştırdıkları iki yük atına bindirip batıya doğru yola çıktılar. Başlarda onların at sırtında durabileceklerinden endişe ederek temkinli bir hızla ilerliyorlardı. Hatta düşmeleri ihtimaline karşın bacaklarını eyerlere bağlamayı bile teklif ettiler, fakat iki adam bir kez daha bağlanmayı kesinlikle istemediler. Daha sonra Vortix ve Luudman’ın at sırtında iyi idare ettikleri ortaya çıkınca hızlarını artırdılar.
    Sık sık mola vererek akşama kadar at sürdüler. Öğleden sonra uzun gövdeli ağaçlardan oluşan bir ormana girmişlerdi ve akşam olunca geceyi bu ağaçların altındaki bir açıklıkta geçirdiler. Yemeklerini yedikten sonra Vortix Luudman ile baş başa konuşmak için fırsat buldu.
    “Luudman,” dedi. “Sen o kemiği yakından görmedin ama ben gördüm. O…”
    “Biliyorum,” diye sözünü kesti Luudman. Dinleyen olup olmadığını görmek için etrafına göz attı. “Ne olduğunu tam olarak bilemesem de onun basit bir totem, bir çeşit antika olmadığını biliyorum.”
    “O halde neden?”
    “Böyle bir bilgiyi mümkün olduğunca az kişinin bilmesi gerektiğini düşündüm. Bak, söz konusu büyülü nesneler olunca insanların nasıl davranacağına güvenemezsin. Onu ele geçirip kendileri kullanmaya kalkışabilir ve bunu yapmak için de çılgınca şeyler deneyebilirler. Güneye bir akın olabileceğini bilmeleri yeterli.”
    Vortix ellerini beline koyup yere bakarak düşündü. Büyülü nesneler hakkında o da yüzbaşının endişelerini taşıyordu. Özellikle bunun güçlü bir nesne olduğu anlaşılırsa, hırslı büyücülerin, güç düşkünü lordların ya da koleksiyoncuların nelere kalkışacağı kestirilemezdi. “Peki bu konuda ne yapacağız? Her ne ise yaedler onun için gelmişlerdi ve şimdi onu ele geçirdiler. Neyle karşı karşıya olduğunu bilmemiz gerek.”
    Luudman başıyla onayladı. “Bunu Vasra’ya bir an önce söylememiz lazım. Eski kaynaklara bakar, bir şeyler bulmaya çalışırız. Belki Rom ya da Laughlin bir şey biliyorlardır.” İç çekerek parmaklarını saçlarının arasından geçirdi. “Vortix, Harapkale’nin yeni bir akınla karşı karşıya kalacağından korkuyorum.”
    Bu ihtimal her ne kadar korkunç olsa da, bu bilgiyi elde etmiş olmaları gerçekten büyük bir şanstı. Harapkale ve Kuzey Toraniel hiç değilse bu akına hazırlıksız yakalanmayacaktı. Yorgun ve yaralı bedenlerini zorlayarak ertesi gün de batıya doğru at sürmeye devam ettiler. Sık sık dinlenip yeterince beslendikleri için dayanabiliyorlardı, fakat yine de bedenleri dayakların ve bakımsızlığın izlerini taşıyordu. Sonunda ertesi akşamüzeri etrafı tarlalarla ve çayırlarla kaplı, Bakırkürk isimli köye vardıklarında, yolculuklarının da sonuna ulaştılar.
    Köyün kuzeyinde, sırtı sarp kayalıklarla kaplı, dik bir tepe vardı. Takip ettikleri yol köyün içinden geçip tepeye doğru gidiyordu. Oldukça bakımlı ve bir at arabasının rahatça geçebileceği genişlikteki toprak yol, tepenin yamacına ulaştığında ise sağa dönüp etrafından dolaşıyordu. Tepenin arkasında nefes kesici bir uçurum manzarasıyla karşılaştılar. Aşağılarında güçlü bir nehir, kayalıklı bir orman ve kuzey ufkunda Harapdiyar’ın başlangıcı görünüyordu. Kuzeyevi Tapınağı, uçuruma bakan tarafta, tepenin içine bir mağara gibi oyulmuştu. Manzaranın güzelliği, Vortix’in tüylerini diken diken etti.
    “Anlatılanlara göre Yüce Alunwea’nın ejderhası Merhametli Maraflera, kızıl kanatları gökyüzüne hükmetsin, tepenin yüzeyini ısırarak oymuş,” diye anlattı Morganet, saygılı bir sesle. “Alunwea Rahibelerinin buraya yerleşebilmesi için.” Luudman ilgiyle başını sallarken Vortix yorum yapmadı.
    Tapınağın sırtı, tepenin içlerinde kalmış olduğundan surlar yalnızca ön yüzünü çevreliyor, tepenin yüzeyini oluşturan kayalarla birleşerek sona eriyordu. Yaklaştıklarında surların tam ortasındaki kapılar onlar için açılmıştı bile. Avluya girdiklerinde, onları kapıdan girenin tam karşısında duracak şekilde yerleştirilmiş bir tanrıça Alunwea heykeli karşıladı. Kırmızı renkli, kanatlarını iki yana açmış ejderhası Maraflera’nın sırtına binmiş, orta yaşlı, güzel bir kadın görünümündeydi. Sembolü kızılımsı kahve bir kurt olan tanrıça, tanrıların lideri Kiejain’in karısı, ailelerin ve çocukların koruyucusuydu. Albay Morganet ve adamları, heykelin önünde atlarından inip dizlerinin üzerine çökerek kısa bir dua okudular. Haraplar da atlarından indiler ve Luudman, şövalyeleri taklit edip tanrıçaya şükranlarını sunarken, Vortix kimseyle göz teması kurmadan atının yanında bekledi.
    Vortix’in dua etmediğini fark eden Albay Morganet bunu yadırgasa da yorum yapmadı. “Misafirevine geçelim. Şifacılar gelene kadar siz Komutan Vasra’ya mektup yazabilirsiniz.”
    “Ben önce atımı görmek istiyorum,” dedi Vortix. Mektubu Luudman yazabilirdi. Şu an için Vortix’e ihtiyacı yoktu.
    Albayın yüzünden tereddüt geçti. “Önce biraz dinlenseniz daha iyi olmaz mı? Çok yorgun görünüyorsunuz.”
    Vortix gerçekten yorgundu. Vücudundaki yaralar ve çürükler her hareketinde sızlıyordu ve ayakta dururken atın eyerinden destek alması gerekiyordu. “Atımı görmeden rahatlayamam,” dedi yine de.
    Albay omuzlarını silkip Guinihad’ı yanına çağırdı. “Onu ahırlara götür, daha sonra da misafirevinin yolunu göster. İşin bittikten sonra sen de dinlenebilirsin.”
    Luudman diğerleriyle birlikte misafirevine giderken, genç şövalye, Vortix’i ahırların olduğu bölgeye götürdü. Tapınağın surlara yakın olan dış kısmı, yani bulundukları alan, şövalyelerin yaşadığı bölgeydi. Tepenin içlerinde kalan, ince bir duvarla ayrılmış iç kısım ise Baş Rahibe’nin ve diğer Alunwea rahibelerinin yaşadığı yerdi. Avluyla iç kısım arasında, dışarıdan gelen insanların, çoğunlukla köylülerin kullanabileceği küçük bir ibadethane vardı. Köylüler haftanın bir günü ve yılın belirli zamanları tapınağa gelerek bu bölümde yapılan ayinlere katılır, bazı günler Baş Rahibe’yle bile görüşebilirlerdi. Guinihad bunları ona yolda anlatıp, yüksek rütbeli şövalyeler dışında kimsenin iç bölgeye girmeye izninin olmadığını; Baş Rahibe, Yüksek Rahibeler ve özel yetkiye sahip bir rahibeden başka kimsenin de izin almadan dışarı çıkamadığını söyledi. Özel yetkiye sahip rahibeden söz ederken sesi saygıyla titremişti, ama Vortix bunu umursamadı. Kim iç kesime girermiş kim çıkarmış umurunda bile değildi.
    Yeni gelen şövalyelerin atlarının götürüldüğü ahır binalarını geçip, etrafı çitle çevrili geniş bir ağıla çıktılar. Guinihad’ın, “İşte orada,” diyerek işaret etmesine gerek kalmamıştı.
    Toz ağılın ortasındaydı. Kirli ve bakımsız görünüyordu. Vortix gözlerine inanamayarak durdu. Bir an için gördüğünün kendi atı olduğuna inanamadı.
    “Şey, işte özel yetkili bir rahibe olduğunu söylemiştim, iç kesimden çıkmaya izni olan.” Guinihad utanıp sıkılarak ağıla daha fazla yaklaşmaya çekinmişti.
    Toz’un yanında, upuzun bembeyaz saçları beline kadar inen, sade ve beyaz elbiseli genç bir kız duruyordu. Bir eliyle ata elma yedirirken, ötekiyle boynunu okşuyordu. Toz kızın yanında oldukça sakin ve uysal görünüyordu. Vortix’in silah arkadaşlarını bile yanına yaklaştırmayan o asabi hayvanı, tanımadığı bir kızın yanında böyle sakince elma yerken görmek şaşılacak bir manzaraydı.
    Yaklaştıklarını duyunca Toz irkilerek kulaklarını dikip yeni gelenlere baktı. Ağzındaki elmayı yere düşürmesi komik bir görüntü oluşturmuştu. Kişneyerek sıçrayıp dörtnala Vortix’e koştu. Vortix ağılın çitlerinin kenarına gelip onu karşıladı. At yumuşak dudaklarıyla yüzüne ve saçlarına dokunurken, Vortix kollarını onun boynuna sardı. Toz hem kırgınlıkla ısırmaya çalışıyor, hem de sevmesi için yüzünü uzatıyordu. Vortix hayvanın alnını öperken huzur, rahatlık ve mutluluktan başı dönmüştü.
    “İsmi nedir?” diye sordu yanlarına gelmiş olan beyaz saçlı kız.
    Vortix kıza bakınca anlamsız bir tanıdıklık hissetti. Onu daha önce görmüş gibiydi. Saçları geceleri ışık saçacak kadar beyaz, gözleri canlı ve koyu bir maviydi. On altı ya da on yedi yaşlarından fazla görünmüyordu. Kızın sade ve güven verici yüzündeki kaşları endişeyle çatıldı. Yorgun Harap, günlerdir bedeninde taşıdığı korku, sonunda yerini büyük bir boşluğa terk ederken bitkince öne devrildi.


BİRİNCİ KISIM SONU

Yorumlar